Tosbagalar
 

« Ana sayfaya dön | Hayat böyledir işte.. » Ana sayfaya dön | AB'ye giriş sürecinde dumur olmak » Ana sayfaya dön | Aptal Sarışın » Ana sayfaya dön | i-ki(şi)sel bi mevzu » Ana sayfaya dön | Gittim, Gezdim, Yedim » Ana sayfaya dön | Yenmeniz gereken 10 evlilik fantezisi » Ana sayfaya dön | Şimdi Reklamlar » Ana sayfaya dön | GÖZÜMÜZ KAÇ MEGAPİKSEL ? » Ana sayfaya dön | Jaws, halk için midir? » Ana sayfaya dön | Meksika 1968 Olimpiyatları'ndan... » 

Tosbagalar  ctrl+alt+del 

Harold Pinter' in Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması



2005 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Harold Pinter ödül törenine katılmadı, konuşmasını görüntülü olarak kaydederek gönderdi. Pinter’ın bu çok önemli konuşmasınının kısaltılmış hali.


'Biz Irak halkına sefalet, çürüme ve ölüm getirdik!'

Gerçek ile gerçek olmayan ya da hakiki ile sahte arasında kesin ayırımlar yoktur. Bir şeyin hakiki veya sahte olması mutlaka gerekmez, o şey hem hakiki hem sahte olabilir.
Bu iddialarımın geçerli olduğu ve gerçeği sanat yoluyla keşfetmeye uygulanabileceği kanısındayım. Bu nedenle, onları bir yazar olarak savunurum, ama bir yurttaş olarak savunamam. Yurttaş olarak, ne gerçektir, ne değildir sorgulamak zorundayım.
Tiyatro sanatında hakikatin anlaşılması daima zordur. Onu hiç bir zaman kolay keşfedemezsiniz, ama ister istemez ararsınız.
[Yazar tiyatroda gerçek dışılık kapsamında kendi piyeslerinden örnekler veriyor.]
Siyasetçilerin kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç birisine girmez, çünkü, gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir. O iktidarı sürdürmek için halkın hakikatten, hatta bizzat kendi hayatlarına ait hakikatlerden yoksun bırakılması özellikle önem taşır. Şu halde, etrafımız çepeçevre yalanlarla çevrilmiştir ve biz yalanla beslenmekteyiz.
Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak’ın işgal edilmesinin mazereti Saddam Hüseyin’in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve korkunç yıkımlara yol açabilecekleri şeklindeydi. Bize bunun gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın El Kaide’yle ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi. Bunun da gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi.


GERÇEK DENİLEN ŞEY
Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım.
Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, doğrulandı. Gelgelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel emirde “düşük yoğunluklu çatışma”yı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve için için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi –veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı—artık sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi.


NİKARAGUA'DA YAŞANAN TRAJEDİ
Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum.
[Pinter bu bölümde Nikaragua delegasyonunun bir üyesi olarak ABD heyetiyle yaptıkları görüşmeye dair bir anısını anlatıyor.]
ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi. Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979’da bu rejimi yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi.
Sandinistalar elbette mükemmel değillerdi, kibirliydiler ve siyasi anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüzbinlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi. Oldukça önemli bir okuma-yazma seferberliği yürütüldü, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı.
ABD bütün bu başarıları Marksist-Leninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu. Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz yumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı. Öte yandan, ülkede statükonun korunması için yönetime karşı şiddetli bir karşı koyuş da söz konusuydu.
Demin dört bir yanımızdan çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı “totaliter bir zindan” diye niteliyordu. Bu söz medya ve Britanya hükümeti tarafından isabetli ve haklı bir tanımlama olarak benimsenmekteydi. Ama Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare yoktu. İşkence yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı. Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD Guatemala’da 1954’te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş ve kurulan askeri diktatörlük altında 200.000 insan öldürülmüştü.
ABD’de Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde eğitilmiş Alcati Alayının bir taburu 1989’da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesinde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini öldürdü. Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero ayin sırasında suikaste kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler? Öldürüldüler, çünkü daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı.
Bu inançları yüzünden komünist addedildiler. Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan sınırsız yoksulluğu, hastalığı, çürümeyi ve baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi.
ABD Sandinista hükümetini en sonunda devirdi. Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da, önünde sonunda Nikaragua halkının ruhunu esir alabildi. Halk yeniden yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi. Büyük sermaye intikam duygusu içinde tekrar geldi. “Demokrasi” yeniden egemen olmuştu.
Ne var ki, bu politika Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır. Ve sanki hiç bir şey olmamış gibi yürütülmektedir.
ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili. ABD’nin 1973’de Şili’de yol açtığı dehşet hiç bir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür. Ama gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama siz bundan habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik, sürekli, ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan söz etmiştir. Teslim etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek ölçekte bir gücü dünya çapında kullanagelmiş ve bunu yaparken de alay edercesine evrensel çıkarlar için güç kullandığını ileri sürmüştür. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz halidir.
Sizi temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de. Tıpkı bir satıcı gibi satılacak en iyi malını, kendisine dönük sevgisini pazarlar. Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin, televizyon konuşmalarında “Amerikan halkı” derler ve örneğin şöyle konuşurlar: “Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına yapacağı işlerde desteklemelerini istiyorum.”
Bu parlak bir hiledir. Burada dil düşünceyi dışarıda tutmak için kullanılmaktadır. “Amerikan halkı” sözü yaslanılacak kocaman bir güvence yastığı gibi kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye yaslanıp bu yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her ne kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi alıp götürecekse de, ne beis, yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabi, bu dediklerim ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir yanına yayılmış Gulag hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına dair hiç değil.
ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla ilgilenmiyor. Gizli kapaklı davranmak, ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor. Kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletler’e, ne uluslararası hukuka aldırıyor, ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor.
Bizim ahlâki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı mı? Bu sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz? Bu sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var mı? O vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı zamanda başkalarının yaptıkları ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir. Bunların hepsi öldü mü? Guantanamo Körfez’ine bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hic bir hukuki temsil hakkına sahip olmadıklarına ve bugüne değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına göre, teknik bakımdan ebediyyen gözaltında kalacaklar demektir. Bu durum tümüyle gayri meşrudur ve Cenevre Konvansiyonunun ihlali demektir. Gelgelelim, “uluslararası camia” denilen şey bu kanunsuzluğa sadece göz yummakla kalmıyor, o durumu aklına bile getirmiyor. Suç kendisini “hür dünyanın önderi” diye tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir.

GUANTANAMO KÖRFEZİ SAKİNLERİ
Sahi, Guantanamo Körfezi’nin sakinlerini hiç aklımıza getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan söz ediliyor. Onlar sanki bir 'no man’s land' dediğimiz sınırlar dışı yere götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de asla geriye dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu insanların çoğu açlık grevindeler, kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında Britanya oturumlu olanlar da var. Sözünü ettiğimiz zorla gıda verme işleminde hiç bir yumuşaklık bulunmamakta, hiç bir ağrı kesici veya anestezik madde kullanılmamakta, burnunuza ve boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar. Siz de kan kusuyorsunuz. Bu bir işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya Dışişleri Bakanı ne demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene hiç? Neden? Çünkü ABD “Guantanamo’daki tutumumuzu eleştirmek bize karşı hiç de dostane olmayan bir davranıştır. Ya bizimle berabersiniz veya bize karşısınız” demiştir. Blair de sesini kesmiştir. Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir. İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla kamu oyunu manipüle ederek başvurulan keyfi bir askeri harekâttır, Orta Doğu’da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten sonra insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu harekât binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir askeri zor kullanımıdır. Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan rasgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adını da “Orta Doğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek” koyduk.

SAVAŞ SUÇLUSU İLAN EDİLMEK İÇİN DAHA NE KADAR ÖLDÜRMENİZ GEREK?
Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesini imzalamamıştır. Eskaza her hangi bir ABD’li asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevkedilecek olsa, Bush onu kurtarmak için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur. Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini verelim: Downing Sokağı No.10 Londra.
Ölüme gelince, konunun sanki ölümle ilgisi yokmuş gibi davranılmaktadır. Hem Bush, hem de Blair ölüm konusunu arka plana itmişlerdir. Irak’ta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin Irak’lı Amerikan bombaları ve füzeleriyle öldürülmüştür. Bu insanlardan hiç söz edilmemektedir. Sanki hiç ölmemişlerdir. Savaş istatistiklerinde onların ölümleri atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim “biz cesetleri saymıyoruz” demektedir Amerikan generali Tommy Frank.
İşgalin ilk zamanlarında, Britanya’lı gazetelerin ön sayfalarında Tony Blair’i Irak’lı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir resim yayınlanmıştı, resmin altına “Müteşekkir bir çocuk” yazmışlardı. Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi sağ kalmıştı. “Kollarıma ne zaman kavuşacağım?” diye soruyordu yavrucak. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu kollarının arasında almamıştı, ne de bir başka kanlı vücudu tutuyordu kollarında. Çünkü kan kirlidir. Siz televizyonda içinizden geldiğince konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı kirletir. 2000 Amerikalının ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler adeta karanlıkta mezarlarına gömülüyorlar. Cenaze törenleri sessiz sedasız yapılıyor. Sakat kalanlar, kolu bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde yatıyorlar, belki de hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de, sakatlar da ayrı ayrı yataklarda çürümeye terkedilmiş durumdalar.
[Pinter ölüm konusunda Pablo Neruda’nın İspanya İç Savaşı üzerine yazdığı bir şiiri okuyor.]
ABD’nin elindeki kartları apaçık masaya serdiğini biraz önce söyledim. Zaten önemli olan da budur. ABD’nin resmen ilan edilmiş politikası “tam kapsamlı hakimiyet” diye tanımlanmaktadır. “Tam kapsamlı hakimiyet” karanın, denizin, havanın, uzayın ve mevcut tüm kaynakların kontrolü demektir. Amerika Birleşik Devletleri yeryüzünün dört bir yanındaki, 132 ülkede 702 askeri üsse sahip, İsveç’in o ülkeler arasında bulunmaması tabi ki, saygıdeğer bir istisna teşkil ediyor. ABD’nin oralara nasıl ulaştığını bilemiyoruz, bildiğimiz tek şey o üslerin oralarda bulunduğudur.
Amerika Birleşik Devletleri 8000 aktif ve işlevli nükleer harp başlığına sahip. Onlardan iki bin tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlenmeye hazır durumda. ABD bunker vurucu denilen yeni nükleer güç sistemleri geliştiriyor. Britanya her zamanki gibi gene yardımcı ve kolaylaştırıcı. Trident adlı kendi nükleer füzelerini yerleştirmek hazırlığında. O füzelerle kimleri vuracaklarını merak ediyorum. Usame bin Ladin’i mi? Sizi mi? Beni mi? Joe Dokes’u mu? Çin’i mi? Paris’i mi? Kimbilir kimi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu çocukça çılgınlığın, yani nükleer silahlara sahip olmanın ve onları kullanma tehdidini diri tutmanın mevcut Amerikan siyasi zihniyetinin kalbini oluşturduğudur. Kesinlikle aklımızdan çıkarmamalıyız ki, ABD, askeri gücünü sürekli arttırıyor ve buna asla ara vermek niyetinde değil.
ABD’de binlerce, belki hatta milyonlarca insan hükümetlerinin yaptıklarından rahatsız olmakta, utanmakta ve öfke duymaktadır, ama hali hazırda bu insanlar uyumlu bir güç oluşturmaktan çok uzaktırlar. Buna rağmen, kaygının, güvensizliğin ve korkunun ABD’de günden güne arttığını ve azalacağa hiç de benzemediğini görüyoruz. Gayet iyi biliyorum ki, Başkan Bush son derece ehil çok sayıda söylev yazarına sahip, buna rağmen ben gönüllü olarak bu göreve talibim. Örneğin, aşağıda okuyacağım kısa konuşmayı televizyonda ulusa sesleniş olarak okumasını ona önerebilirim. İtinayla taranmış saçlarıyla, vakur, muzaffer, çoğu kez eğlendirici, bazen yüzünde çarpık bir tebessüm, tam bir erkek gibi şaşırtıcı derecede çekici haliyle şöyle konuşurdu:
“Tanrı iyidir. Tanrı büyüktür. Tanrı iyidir. Benim tanrım iyidir. Bin Ladin’in Tanrısı kötüdür. O kötü bir Tanrıdır. Saddam’ın da Tanrısı olsaydı kötü bir Tanrı olurdu, ama onun Tanrısı yoktur. O bir barbardır. Biz barbar değiliz. Biz kimsenin kafasını kesmeyiz. Biz hürriyete inanırız. Tanrı da inanır. Ben bir barbar değilim. Hürriyetçi demokrasinin demokratik yoldan seçilmiş lideriyim. Biz merhametli bir toplumuz. İnsanları elektrikle şefkatli bir şekilde idam ederiz veya şefkatli enjeksiyon kullanırız. Biz büyük bir ulusuz. Ben diktatör değilim. Diktatör olan odur. Ben barbar değilim. O barbardır. Evet, o barbardır. Onların hepsi barbardırlar. Benim otoritem ahlâkidir. Bu yumruğu görüyor musunuz, bu yumruğu? İşte benim ahlâklı otoritem budur. Sakın bunu unutmayın.”

[Yazar kendisinin ölüm üzerine yazdığı bir şiiri okuduktan sonra sözlerini şöyle bitiriyor]:

Bir aynaya baktığımız zaman karşımızda duran görüntünün gerçek olduğunu düşünürüz, ama bir milim öteye kaysak başka bir görüntüyle karşılaşırız. Böyle böyle, sayısız farklı görüntü elde edebiliriz. Bu durumda yazar bazen aynaya bir yumruk atıp onu tuzla buz etmek ve arkada duran, bize bakmakta olan hakikatle yüzleşmek zorundadır. Karşı karşıya bulunduğumuz tüm aykırılıklara rağmen, yurttaş olarak kararlı, şaşmaz ve azimli bir entellektüel kararlılıkla davranmalı, hayatımıza ve toplumumuza değgin doğru hakikati önümüzde duran görevleri yerine getirme zorunluluğu olarak tanımlamalıyız. Bizim gerçek misyonumuz budur.
Şayet böyle bir kararlılık siyasal öngörümüzde mevcut değilse, hemen hemen yitirdiğimiz şeyi geri alma şansına sahip değiliz demektir. Yitirmekte olduğumuz şey; insan onurudur.

  Tosbagalar Kaavesi
Tosbaga Ara Web'de ara

powered by FreeFind

Linkler

 
|  Listed on BlogShares  
   page hit counter

Powered by
Limk Tosbagaları